İş mi?
İletim mi?
İlmek mi?
İlim mi?
Kurumsal mı yoksa kuramsal mı?
Kurumsal İletişim’in bir iş kolu haline gelmesi aslında çok yeni değil. Bildiğimiz “Halkla İlişkiler”in genişletilmiş ve geliştirilmiş versiyonu gibi algılanıyor. Pazarlamada bir araç mı ya da bir aracı mı diye bakarsak her ikisi de… Bugünün karmaşık sosyal paydaş yapısında sadece “halk”,kurumları “ilişki’lendirmeye yetmiyor diye belki de.
İletim mi? Evet; aslında mecralar tarafından bakarsak kurum olarak vermek istediğimiz mesajları iletmek. Ama iletişim olabilmesi için karşılığının da olması gerekir. Verdiğimiz mesajın algılanması, yansıtılmas ve yorumlanması eksiksiz, hatasız ve kurum açısından olumlu mu? “İleti” bir kutunun içinde saklı mı kalmış yoksa tam bir “iletişim”e mi dönüşmüş? İleti’yi yaptığımız bir basın mensubuysa, onun iletimi nasıl olmuş bizi haberleştirirken? Net mi, pürüzlü mü?
İlmek mi? Evet… İlmek ilmek işlemek itibarı, imajı ve markanın olmazsa olmazlarını… Bazen elinize iğnelerin battığı kriz durumları, bazen gizinin ayrıntılarda saklandığı, bazen çok yeni bir proje için taze başlangıçlar, bazen de çok markalı kurumlarda dengeli renklerle ince ince işlemek işi bir anlamda.
İlim mi? Evet sonuna kadar ilim. Bilgi kadar bilgeliğin ve tecrübenin esas olduğu, ölçümlenebilen ve bazen sonuçlarının ve karşılaştırmaların uzun yıllara dayandığı bir ilim. Tüketim ve satın alma davranışlarımızda kalbimizin sesine tanıklık edebilen ve duygularımızla harekete yön verebilen bir ilim.
Kurumsal mı kuramsal mı derseniz tamamen kurumuna bağlı. Kiminde sadece adı var, çalışanı var ama kuramsal kalmış; kiminde ise A’dan Z’ye köklenmiş bir kurumsal yapı halini almış. Bir yokmuuuş, bir varmış…
Bizler Heidi’nin sade hayatına imrenip, Jetgiller’le teknolojiyi tanıyıp, Tontonlarla esnekliği görüp, Mr.Spock’la uzayı keşfedebilmiştik. Bilim-kurgu; Jules Verne kitaplarında şekillenirken, gençlik yıllarımdaki “V “ (Visitors) dizisi ürperten bölümleriyle çekinerek ama heyecanla beklediğim bir seri olmuştu.
1980’lerden sonra He-Man’le beraber gücün önemi, Transformers’la dönüşümün başlaması, Star Wars ile Uzay Yolu’nun naifliği ortaya çıktı.
Tüm zamanların “uçabilen” kahramanları SpiderMan, Superman, Batman tahtlarını korurken;bulundukları çağa göre şiddetin, teknolojinin, efektlerin dozunu da giderek artırmaya başladılar.
2000’li yılların başında bir Pokemon patlaması oldu. Uçan, birbirini yok edebilen bu yaratıkları taklit etmeye çalışan çocuklar ve şiddete doğru tehlike çanları çok olunca yayından kalktı. Beraberindeki nice pazarlama yatırımı ve promosyon ürünü ile birlikte çöpe gitti tabii.
Şimdilerde ise zombiler, vampirler ve kötü ruhlar devri. Çocukluğumun renkli, optimist ve mesaj vermeye çalışan animasyonları yerine çizgi kahramanları daha sert hatlı, sorgulayan ve sürekli mücadele ile rakiplerini alt etmeye çalışan animasyonlara dönüştüler. Renkler daha koyu, konular daha sarsıcı, karakterler daha çarpıcı…. Ya da çok soluk benizli, belirgin dişli, ütopik güçlüler ve en genci 18 yaşında görünümlü 500’lerindeler.
Bugün X kuşağı ile Y ve Z kuşakları iş dünyasında neden çatışıyor? X kuşağı “kaybeden nesil” olarak adlandırılırken acaba hayalperest ve masal dünyası optimistliğinde mi erimekteler? Z kuşağı bu zorlu dünya şartlarında haykırarak, diş göstererek, yaralayarak mı var oluyor? Böyle mi kendini kabul ettirme çabasına giriyor?
Kompozisyon yazarak eğitim gören bir nesil, çoktan seçmeli nesile göre yavaş kalıp pratik mi olamıyor? Zamanla iyi yarışamıyor mu?
Ya da seçeneksiz kalan yeni nesil tercihlerinde zorlanıp, seçenek sunulmadığında karışıp, karamsarlığa mı itiliyor? Bu mu sıkıyor onları da marka tercihleri sürekli değişiyor, sadakatleri bu kadar azalıyor?
Görselliğe, sürekli aksiyona, yüksek ses eşiklerine, farklı boyutlara dalan ufuklar için o yüzden mi eski naïf çizgiler keyif vermiyor?
Sanal gerçeklikle, gerçek sanallık birbirine mi karışıyor?
Ya sonraki nesiller? Ne izleyerek, takip ederek büyüyecekler? Ne olacaklar?
Başlık biraz Osmanlıca ama merak uyandırıyor mu bir de ona bakmalı…
Pazarlama dünyasında da durum aynı mı diye sorarsanız biraz üzerinde konuşalım derim. Pazarlama dünyasındaki tekrarlar yalnızca markaların yıllar itibariyle kampanyalarını ya da promosyon tekniklerini tekrar etmeleri değil; aynı zamanda yaşam içinde yer açarak da ilerlenmesi. Bu da dolaylı söylemler ve eğilimlerle ortaya çıkarılabilir.
Pazarlamanın sadece ve sadece yaşamı gözlemleyerek, hayatın içinden karelere odaklanarak, sadece gördüğümüz değil görmediğimiz insani boyutlarından bakılarak yapıldığında doğru sonuçlar elde edildiğine yürekten inananve deneyimleyen biri olarak biraz işin “yaşam kıyısı”na değinmek isterim.
2000’li yıllarda trend olarak dinlediğimiz “SLOW FOOD” akımının şimdilerde “cittaslow”larla gündeme gelmesi ve teknolojiyle akışkan bu hayatta insanların nefes alması aslında geleneksel yaşamın günümüz dünyasına bir parça yansıması için bir tekrar sahnesi değil mi?
Bugün turizmcilerin yeni destinasyonları, tur programlarının SPA boyutu ve konaklamanın 5 yıldızlıdan Butik Otel’e kaydırılması bir tesadüf (rastlantı) mü yoksa tekerrur (tekrar etme) müdür?
Organik beslenme; nostaljik söylemlerle farklılaştırılsa da dedelerden kalma metodlarla topraktan ürün almadan başka birşey değil ki… (Tabii toprak aynı mı yağan yağmur eskisiyle özdeş mi orası biraz tartışmalı bir durum).
Bugün marketlerde yer alan “gezen tavuk” paketleri, kokan domates salkımları, tarladan alındığı gibi dondurulan bezelye, %100 bambudan üretilen giysiler bu tekrara davet edilen hayatın pazarlama yansıması değil mi?
Uluslararası araştırmalarla saptanan ve dünya gençlerindeki hayatı erteleme güdüsünü çeşitli pazarlama yöntemleriyle anını yaşa, yarınını düşün, aileni ihmal etme, yaşlanmanı geciktir sloganlarıyla aslında kibarca biraz da geleneksele dönmeye ikna etmiyor mu?
İş-hayat dengesi, 48 saat işe yarayan deodorantlar, Bayram hatırlatmaları gibi reklamlar bu akışa hiç de tezat (aykırı) görünmüyor.
Nostaljik paketler, yüzyıla dayanan markaların geçmişleriyle övünen reklam spotları, hatta tarih dizileri de bu tarz yaklaşımlara yine birkaç örnek… Hemen akabinde Osmanlı renklerinden boyalar, kumaş nostaljileri de pazarlamanın her zaman kendine yer bulmasına yönelik çıkarımlar.
Ekmeklerin bile şimdi ekşi mayalı ve odunla pişirilen halleri gündemde. Tıpkı Hatice Nine’nin her hafta köy kadınlarıyla birlikte yaptığı gibi….
Biraz da sosyal ve sosyal medya açısından bakarsak bugun de aslında tarihin tekrarı değil mi? Kadınlar günlerinde birbirlerine tarif verip, birbirleriyle sohbet ederken (hatta bazen dedikodu yaparlarken) bugün sosyal medya çatısı altında benzer bir duruş sergilemiyorlar mı?
Eskiden gençler bir ünlüden imza alabilmek için kulis çıkışını beklemek zorundayken şimdilerde ünlülerin FAN Sayfalarıyla gündeme gelip onlarla birlikte kuliste yer almıyorlar mı?
Çocuklar eskiden de tahta oyuncaklarla mutlu olmuyorlar mıydı? Yoksa şimdilerde plastiğin yerini almaya çalışan tahta ve sağlıklı oyuncak serisinden farklılar mı?
Çöpçatanlık ve mahalle aralarındaki arkadaşlar aracılığıyla aşk filizlenmeleri şimdi sanal gerçeklik içerisinde ifade bulmuyor mu?
Bakkal amcanın bize sunduğu veresiye imkanlarını bugun yine banka kredi kartları sağlamıyor mu?
Neuromarketing (Nöro Pazarlama, Duyusal Pazarlama), WOMM (Word of Mouth Marketing- Ağızdan Ağıza Pazarlama)), Direct Marketing (Doğrudan Pazarlama) gibi terimsel yaklaştığımız yöntemler bize semt pazarcısının, komşu Ayşe Teyze’nin, manavın yaklaşım biçimi değil de nedir?
Pazarlamanın şifreleri hayatın bu kadar içinde saklıyken biraz yaklaşınca kapıları açılır ve hayat bulur. Pazarlama da tekrarlardan ibarettir eğer markalar ve yöneticileri her seferinde doğru kilitle ve anahtarla yaklaşmazsa….